Amsterdam’da İlk Saatlerimiz

Amsterdam’a ulaşmak için Gent’ten sabah saatlerinde yola çıkıp neredeyse hiç beklemediğimiz bir otostop yolculuğu yaptık. Festival Şehri Gent yazımıza buradan ulaşabilirsiniz.

Amsterdam Merkez İstasyon

Amsterdam’a Ayak Bastık Ama Şehri Hiç Bilmiyoruz

Amsterdam’a ikindi vaktinde ulaşmıştık. Yaz aylarında Hollanda’da hava kolay kolay kararmadığından şanslıydık. Bizi Breda yakınlarından alıp Amsterdam’a kadar getiren genç şoförümüz, yağmuruyla karşılayan Amsterdam’ın merkezine 10 – 15 dakika uzaklıktaki bir tramvay durağına bıraktı. Amsterdam haritasına baktığımızda şehrin yapısı, bize Centraal Station’a gitmemizi söylüyordu. Telefonda çevrimdışı harita olarak MAPS.ME kullanmamız, Avrupa’da tam olarak bilmediğimiz şehirlerde adeta hayat kurtardı. Haritayı açtığımızda turistik ve görülmesi gereken yerlerin yoğunlukta olduğu bir noktayı kendimize başlangıç, şehre giriş noktası olarak seçiyorduk tüm gezimiz boyunca. Yine öyle yapıp tramvay durağına doğru yürüdük. Bilet alacak bir yeri ne durak çevresinde ne de durağın içinde bulabildik. Makinistin satıyor olabileceğini düşünüp Centraal’e giden ilk tramvaya bindik. Amsterdam’da toplu taşıma sistemi biraz farklı. Şehirde yaşayanlar kartlarını sadece kendileri kullanabiliyor. Kullandıkları gün ve saate göre farklı fiyat tarifeleri var. Ve neredeyse tüm Avrupa’da olduğu gibi burada da kontrol görevlisi geldiğinde göstermemiz gereken bir bilete ihtiyacımız vardı.

Bir Tramvay Bileti Almak İçin Bir Saat Harcanır Mı?

Amsterdam Kanal

Tramvaya orta kapıdan binip makiniste doğru ilerledik. Cebimizdeki tek para 20 €’luk banknot. Makinistten iki tane bilet istediğimizde, bize 20€ ve daha büyük banknotlarla makinistten alışveriş yapamayacağımızı anlatan yazıyı gösterdi. Bir durak boyunca elimizdeki 20€ ile tüm yolcuları gezip paramızı bozmalarını rica ettik. Fakat şehir o kadar yoğun şekilde kart kullanımına geçmiş ki elimizdeki parayı bozabilecek bir tane insan evladı yok tramvayda. Zaten bizdeki gibi, “Abi şu parayı iki onluk yapsana.” dediğimizde suratımıza boş boş bakıyorlardı. Böyle bir sistemin olduğu bir şehirde, tramvayların içinde bilet otomatlarının olmaması bir tezat ama biz bunun turist tuzağı olduğunu düşündük.

Kimseden bilet bulamadığımız için kontrolcüye denk gelirsek kaçak durumuna düşmemek için ilk durakta indik. Paramızı bozdurup geri binmeyi veya bir ATM bulup daha küçük bir banknot çekmeyi düşündük. İndiğimiz durağın olduğu yer nasıl bir bölgeyse cadde üzerinde bulunan bir kaç marketin de camında “no-cash” yazıyordu. Yani hiçbiri nakit para ile satış yapmıyor. Adamların kasasında banknot yok ki bize nasıl verecekler. 🙂 Bir ATM buluruz da para çekeriz diye yağmurun altında dakikalarca yürüdük. Biraz daha dış mahallelerden biri olduğundan MAPS.ME haritası tam olarak güncellenmemiş. Haritada işaretli birkaç bankamatiğin olduğu noktalara gittiysek de elimiz boş döndük. Bu arada dışarıda sağanak yağmur yağıyordu fakat bunu bizden başka önemseyen yoktu.

Yağmur Şehri Amsterdam

Yağmurda bisiklet süren bir kadın

İnsanlar yağmura o kadar alışmış ki takım elbiseleriyle, şık kıyafetleriyle bisiklet süren erkek ve kadınlar, hava günlük güneşlikmişçesine ne tempolarını bozuyorlar ne de suratlarını asıyorlardı. Sonunda bir ATM ve tramvay durağı bulup biletimizi aldık. Evet, bu durakta bilet otomatı vardı ve para çekmiş olmamıza rağmen 20€ ile otomattan biletimizi aldık. Anlaşılan şehirde bozuk paraya daha çok ihtiyaç duyacaktık. Ve eminiz ki bizden başka kimse bilet alabilmek için bu kadar uğraşmamıştır. 🙂

Henüz kalacak bir yerimiz olmadığından ve kalacağımız yerin neresi olacağını bilmediğimizden tek binişlik, daha doğrusu en küçük bilet olan bir saatlik biletlerimize 2,90’ar € verip Amsterdam Centraal Station’a (Amsterdam Merkez Tren İstasyonu) gittik. Kullandığımız tramvay, şehrin dışından merkeze doğru ilerlediğinden daha sonraki günlerde şehirde gezerken, “Aa, biz ilk gün buradan geçmiştik.” diyeceğimiz tüm yerlerin yanından geçtik.

Sıra Geldi Kalacak Yer Bulmaya

Amsterdam’a ulaştıktan sonra yapmamız gereken iki önemli şey vardı. Birincisi kalacak yer bulmak, ikincisi ise tuvalet bulmak. 🙂 Avrupa’da internet ve tuvalete ücretsiz ve en kolay ulaşabileceğiniz yer Starbucks’lar. İndikten sonra ilk gördüğümüz yer McDonald’s idi ve tuvaletine yönelip paralı olduğunu görünce Starbucks’tan şaşmamamız gerektiğini anladık. Dam Meydanı’na doğru birkaç adım daha atınca sağ tarafımızda büyükçe bir Starbucks’a rastladık. Tuvaletinin önünde sıra olduğundan kapı şifresine gerek duyulmuyordu; ayrıca interneti de yeterince kaliteliydi. İstersek gece yarısına kadar hiçbir şey almayalım, niye orada oturduğumuzu soran olmaz.

Hemen telefonlarımızı elimize alıp, başladık Couchsurfing’den ev sahibi aramaya. Önceki gün Gent’te iken Amsterdam’daki bir sürü insana yazmıştık ama olumlu dönüş yapan olmamıştı. Yazmadığımız kim kaldıysa onlara da yazıyorduk ki bir tane Hintli’den mesaj geldi. Bize evinde ekstra yatak olmadığını; matlarımızda yatarsak bir gece kalabileceğimizi söylüyordu. Her ne kadar Ezgi’ye birini bulduğumuzu söylesem de profilinde fotoğrafı olmayan, çok fazla bilgi bulunmayan biri bana güven vermedi. Kendisiyle mesajlaşırken hala başka birilerine yazıyor, daha güvenilir birinin çıkmasını umuyorduk. Avrupa turumuz boyunca olabildiğince bölgenin yerlisi olan insanlarda konaklamayı tercih ettiğimizden programın arama filtresinde Türkleri son sıraya bırakmayı tercih ediyorduk. Saat geç olmadan Amsterdam’da yaşayan Türklere de yazmaya karar verdik. Bu arada Hintli çocuğa, “Numaranı yazar mısın? Ya da … benim numaram, bana burada ulaşır mısın?” yazmama rağmen, “19:30’da Venserpolder metro istasyonunda olun, ben sizi karşılayacağım.” diyor, başka da bir şey demiyordu.

Avrupa’da Yaşayan Türklerin Çoğunu Sevmesek de Arayınca İyi Olanları da Bulunabiliyor

Evimizin Manzarası

Güvenmediğimiz ve içimizde küçük bir tedirginlik olduğu için metroya binmemiz gereken son ana kadar Dam Meydanı yakınındaki Starbucks’ta oturup hem yağmurun dinmesini hem de başka birinin bizi misafir etmesini bekledik. “Yapacak bir şey yok, gidip şansımızı deneyelim bakalım.” deyip, ayağa kalktığımız anda Ali’den mesaj geldi. Amsterdam’da yaz aylarında kalacak yer bulmak çok zorken, biz iki gece kalabileceğimiz bir yer bulduk. Hatta daha sonra üçüncü geceyi de Amsterdam’da geçirecektik.

Ali’den, bu gece için birini bulduğumuzu düşündüğümüzden bir sonraki gece için rica etmiştik ama kendisinden ilk gecemiz için de rica ettiğimizde bizi kırmadı. Binmemiz gereken hattı ve inmemiz gereken durağı öğrenince hemen en yakın tramvay durağına gidip iki günlük/ 48 saatlik biletlerimizi aldık. Euro’yu, Türk Lirası’na çevirmekle ilgili şoku en etkili şekilde sanırım bu anda yaşadık. Kredi kartını bilet satış cihazına okuturken adeta ellerim titriyordu. 🙂 İki günlük bilet için kişi başı 12,50€ yani 50 TL’den fazla para vermiştik. Amsterdam seyahatimiz boyunca 12,50€’luk toplu taşıma biletlerimize bakıp bakıp artık Euro – Türk Lirası çevrimi yapmamamız gerektiğini kendimize telkin ettik.

Amsterdam kanal
Kaldığımız evin arka tarafındaki bir kanal

Ali’yi çok fazla bekletmeden buluşacağımız tramvay durağına ulaştık. Hem yol hem de yağmur biraz yormuştu bizi. Ali’nin dolaptan çıkardığı et ile bizim çantamızdaki makarnayı pişirip karnımızı doyurduktan sonra saat 21:00’ı geçmiş olmasına rağmen güneş hala batmamıştı. Evimizin manzarası ve havası, Amsterdam’da herhangi bir hostele vereceğimiz paranın katbekat fazlasını hak edecek kadar güzeldi. Bir yandan manzaranın keyfini çıkarırken uzun zamandır içmediğimiz demleme siyah çay eşliğinde biz Ali’ye yolculuğumuzu; o bize Amsterdam’a nasıl gelip yerleştiğini, buradaki hayat şartlarını ve Amsterdam hakkında bildiklerini anlattı. Gece yarısına kadar muhabbet ettikten sonra, sonraki güne hazır olmak için güzel bir uyku çektik.

 

Son Yazılarımızdan Haberdar Ol!

E-MAIL Listemize kayıt olursanız, haftalık yazılarımızdan haberdar olabilirsiniz !

Bir Cevap Yazın